sivas ve ilçeleri kültür tanıtım sitesi
  Üveysilik Nedir
 

Sûfilerin anladiklari mânâda mânevî ve rûhani bir hayat yasamak için seyh mutlaka gerekli midir?” sorusuna cevap ararken su iki hususun göz önünde bulundurulmasi gereklidir:
1. Her hangi bir naklî veya rasyonel veya pozitif veya emprik veyahut normatif bir ilim ögrenilirken bile bir hocaya, bir ögretmene ihtiyaç vardir. Iyi bir ögretmenden ve hocadan bu ilimlerden birini veya bir kaçini ögrenen, bu ilmi hem kolay, hem dogru hem de kisa bir sürede ögrenir kendi basina ögrenmeye kalkismasi halinde hem zor, hem de uzun bir sürede ögrenir, ayrica ögrendigi seyin yanlis olmasi daha çok ihtimal dahilinde olur. Bir kimsenin bahis konusu ilimleri kendi kendine kitaplar okuyarak ve düsünerek ögrenmesi aslinda imkânsiz degildir. Fakat bu zor isi, çok az kisi, uzun zaman ve çaba harcayarak basarabilir. Bu yola bu sekilde girenlerin pek çogu, ya hiçbir sey ögrenemez veya yarim yamalak bir seyler ögrenir veyahut ögrendikleri seylerin çogu yalan yanlis olur. Bir kimsenin bir ilmi tek basina ögrenmesi saglikli bir yol olsaydi, tarihte ve günümüzde bunca; medresenin, mektebin, okulun yapilmasina, ögretmen ve hoca yetistirilmesine, bunun için büyük meblaglara varan harcamalar yapilmasina lüzum olur muydu? Insanlik böyle bir yola girdigi için hata ve zarar mi etmistir yoksa isabet etmis ve karli mi çikmistir? Bazi okullarin ve akademilerin ve fakültelerin bekleneni vermemis olmalari, dogmatizme saplanmis ve skolastik bir zihniyeti benimsemis olmalari vakiasi gerekçe gösterilerek metodlu bir sekilde egitim ve ögretim kurumlarinda tahsil yapmanin gereksiz ve yararsiz oldugu iddia edilebilir mi? Ayni seyi tasavvuf, tasavvufi örgüt ve kurumlar için söylemek neden mümkün olmasin!
2. Tatbiki/uygulamali ilimler ve sanatlar, bu bakimdan çok daha önemlidir. Bir kimse tabâbeti/hekimligi acaba kitap okuyarak ve kendi kendine deneyler yaparak mi ögrenmeli, yoksa isin ehli olan bir tâbin/hâkimin gözetiminde uygulamali olarak mi ögrenmeli? Hâzik bir tabin gözetiminde tip tahsil eden bir ögrenci elbette ki hocasinin tavsiyesine uyarak, kitaplar da okuyacak ve onun kontrolü altinda deneyler de yapacaktir. Ama üstadsiz tip tahsil etmenin imkânsiz denecek kadar zor ve sakincali bir is oldugu bilindiginden her tip fakültesinin yanina mutlaka bir uygulama hastanesi açmak kaçinilmaz olmustur. Sûfilik de hekimlige benzer. Tasavvufun bir adi da tibbu'l–kulub/kalp hekimligidir. Mürsidlere de tabibu'l-kulûb/gönül doktorlari denir. Çünkü insan nefsine âriz olan ve bulasan bir takim pislikler/mikroplar vardir. Gönül hekimi bunlari tedâvi eder ve hastasini sagligina kavusturur. Yüce Allah birçok âyette: “Onlarin kalplerinde maraz/hastalik vardir.” buyurur. (Bakara, 2/10, Mâide, 5/52, Ahzap, 33/12) Su halde bir psikiyatri veya psikolog, hastasi için ne kadar gerekli ise bir mürsid de tâlib ve mürid için o kadar gereklidir.
Tip için söylenen seyler; musiki, mimari ve hüsnü hat gibi güzel sanatlar, terzilik, tekstil ve sivacilik gibi zenaatlar için de söylenebilir. Bir ustaya çiraklik yapmadan kendi kendine kumasi kesip, elbise dikmeye kalkan bir kisinin acaba basarili olma sansi ne kadardir? Bir kimse; ne kadar yetenekli, hevesli ve gayretli olursa olsun, isin erbabi olan bir hüsnü hat hocasindan, bir hattattan veya bir neyzenden mesk etmeden bu sanatlarda basarili olabilir mi? Ögrenci, üstadinin nasil yazi yazdigini görecek, sonra üstadi ona bunu tarif edecek, sonra eline kalemi verip bunu nasil tutacagini ve kullanacagini anlatacak, sonra yazilmasi kolay olan bir metin üzerinde deneme yaptiracak, sonra hatalarini ve eksiklerini tek tek gösterip defalarca tekrarlar ve temrinler yapacak, bütün bunlar haftalarca, aylarca, yillarca sürecek, ondan sonra ögrenci belli bir mertebeye ulasacak ama icazetname/sertifika alsa bile çalismalari ömür boyu sürecektir. Bir kimsenin sanatinda yetismesinin, kendini gelistirmesinin ve yeteneklerini gerçeklestirmesinin en dogru, en faydali ve en makbul yolu budur ve bu, çileli bir yoldur.
Eskiden hocalar hafiz olmak isteyen talebelere bunun yolunu ve yöntemini anlatirlarken su hususu önemle vurguluyorlardi: “Hâfiz adayinin Kur'an tilavetini ve kiratini bir fem-i muhsinden, yani telaffuzu güzel, kiraati iyi, tecvid kurallarini bilen ve güzel sekilde uygulayan bir üstaddan almasi; onu dinleyerek, görerek ve taklid ederek bunu ögrenmesi gerekir. Bir insan tecvid kurallarini ne kadar iyi bilirse bilsin, kirati, fem-i muhsinden almazsa Kur'an'i düzgün bir sekilde okuyamaz. Bazi hallerde, Kur'an tilavetini fem-i muhsinden alan yetenekli ögrencinin, tecvit kurallarini bilmeden bile Kur'an'i hatasiz okumasi pekâlâ mümkün olur. Tâlibi ve müridi egitme görevini üstlenen mürsidin ve seyhin durumu, aynen uygulamali ilimler, sanatlar ve zanaatlar gibidir. Çünkü sûfilik bir ögrenim/tâlim isi oldugu kadar hatta ondan daha çok bir egitim/terbiye-te'dib isidir. Amele, taata, tutmaya, uygulamaya ve yasamaya dayanir, amelî bir hikmettir.
Sûfiler tipki; sanatkârlar, sairler, bestekarlar ve hattatlar gibi özel kimselerdir. Tasavvuf yolu özel bir yol oldugu için herkesin bu yola girmesi gerekmez ama bu yola girenin girdigi yola hakkini vermesi ve yolun geregini yapmasi sarttir. Aksi halde bu yola girmenin hiçbir anlami ve faydasi olmaz, hatta zarari olur.
“Seyhe mutlaka ihtiyaç var midir?” sorusuna cevap verirken su siniflandirmayi dikkate almak gerekir. Müslümanlar, dinî ve tasavvufî hayati uygulama ve yasama açisindan dört sinifa ayrilabilir:
a. Takva ehli/muttaki olmayanlar.
b. Takva sahibi olmanin yolunu tutanlar ve muttakiler.
c. Istikamet üzere olmanin yolunu tutanlar ve mustakîm/dürüst müminler.
d. Kese sahibi olmanin yolunu tutanlar, ehl-i kese ve ehl-i müsahede.
Bunlardan istikamet üzere olanlar özel, kese ehli ise çok özel bir zümredir. Takva sahibi olmayan mü'minlerin takva sahibi olmalari farz oldugundan bir yolunu bulup takva üzerine olmanin gayreti içine girmeleri sarttir. Bunun için bir âlimden, az çok bilgi sahibi bir mü'minden veya bir tâlim seyhinden faydalanmalari gerekir.
Takva sahibi mü'minler için de bir âlime/hocaya ihtiyaç ve lüzum vardir. Bu hoca tâlim seyhi olursa daha iyi olur ama talim seyhi olmasi sart degildir. Istikamet için mücahedede seyh çok gereklidir. Ama bu gereklilik, farz olma derecesinde degildir. Seyh tâlim seyhi olabilir ama terbiye seyhi olursa daha iyidir
Kese ve müsahede için mücahede eden ve çabalayanlar için mutlaka bir sülûk ve terbiye seyhine ihtiyaç vardir. Böyle bir seyh olmadan bu yola girenlerin çogu sevap kazanacagim derken günaha girerler ve bunun zararini görürler. Yüce Allah Hristiyanlardan bahsederken: “Onlar, Allah'in rizasini kazanmak için ruhbanligi benimsediler. Biz bunu onlara farz kilmamistik ama bunun geregini yapanlara yine de sevap verdik. Fakat çogu bunun geregini yerine getiremedi ve fâsik oldu, günaha girdi.” (Hadid, 57/27) buyuruyor. Bir çok âlim, tasavvufun sadece kese ve müsahede ehli olmayi amaçlayan seklini, bir tür ruhbanlik sayar ve sakincali görür (Bkz. Ibn Haldun, Sifau's-Sail, s. 50, Ibn Arabi Fusûsu'l-Hikem, 95) Kese ve musahede sahibi olmak için mücahede edenlerin çogu, buna hakkini veremez ve günaha girer, az bir kismi ise hakkini verir ve sevap alir. Günaha girme ve zararli çikma ihtimali yüksek oldugundan bu amaçla mücahede ve riyazet yapma, halvethânelerde erbaîn/çile çikarma, kerahet derecesinde mahzurlu görülmüstür.
Kitapta olmayan bir ilim, kitaptan nasil ögrenilebilir. Gazali'nin Ihya'da anlattiklari, tasavvufun mükâsefe ilmi kismi degil muamele ilmi kismidir. Ârifler mükâsefe ilmini bir sir olarak sakli tutarlar, bunu ancak aralarinda konusurlar. Bu dereceye ulasmamis sûfilere bile bunu açmazlar. Ilmini Hayy-i La-Yemut'tan/Hak'tan dogrudan aldigini söyleyen Bayezid, “Allah evliyasinin kalplerine bakti, bunlardan saf marifeti tasimaya müsait olmayanlari ibadetle mesgul etti.” (Sülemi, 714, 232) diyor. Gazali'nin mükâsefe ilmi dedigi marifet ilmini tasimaya elverisli olmayan, buna tâkat getiremeyen evliyadan pek çogunun mesgul oldugu amel-i ibadet ve bunlara iliskin bilgilerdir, yani muamele ilmidir. Evliyadan bile olsa her sûfi, kese ve itila/müsahade sahibi degildir.
Âriflerden biri, “Biz öyle bir zümreyiz ki, yolumuzda yürümeyen bir kimsenin eserlerimizi okumasi haramdir.” demistir. Yine bir kimse, “Bizim sözümüzü, onu inanmayan birine naklederse, o da, sözü naklettigi kisi de inkar cehennemine girer.” der. Sûfiler eserlerinde anlattiklari irfan ve esrâri halk çogunlugu için özel bir zümre için bahs konusu etmislerdir. (Sa'rani, yevakit, Kahire, 1305, I, 22)
Sûfiler her zaman a) Avam/halk b) Havas ve ya ehl-i husûs c) Hassu'l-havas ve ehassu'l-havas, yani halk, özel, çok özel zümre ayrimini yaparlar. Tasavvufta bunlarin hükümleri ve seyhle iliskileri de farklidir. Bazi seyhler havastan, çok azi da hassu'l-havastandir. Tarikat seyhi, irade/hirka seyhi, arif seyh, kâmil seyh, rabbani seyh farkli tabirlerdir. Bu arada seyh olmadigi halde seyh geçinen mükallid, sahte, câhil ve istismarci seyhler de vardir. Bunlara müteseyyih, ehl-i teseyyuh, kal seyhi, yal seyhi ve mustasvif gibi isimler verilir. Her zümrede oldugu gibi seyh ve müridlerin de sahteleri ve istismarcilari vardir.
Bütün bunlardan sonra hangi sartlarda, hangi nitelikteki tâliblerin hangi nitelikteki seyhe ihtiyaç duydugu konusunda epey düsünüp tasindiktan sonra karar vermek gerektigi âsikâr bir sekilde ortaya çikar.
Tasavvufta bazen bir müridin ölü bir seyhten terbiye gördügüne ve feyz aldigina da inanilir. Buna üveysilik veya üveysi tarik denir. Bayezid Bistami'nin Cafer-i Sadiktan, Ebu'l-Hasan Harakani'in Bayezid Bistami'nin rûhani ve mânevî yolundan terbiye edilmeleri buna örnek gösterilir. Bazen da bir mürid, hayatta bulunan bir seyhe baglanir, seyh vefat ettikten sonra bile müridin ona bagliligi son nefesini verene kadar devam eder.
“Kitap Mürsiddir” diyenler var, kitap mürsid degil, âlettir. Mürsid, kitabin içerigini anlatan kimsedir, mürsidin mürsid-i nâtik olmasi lazimdir. Pir-perver huda perver gibi degildir. Muallem bir köpegin tuttugu avin hükmü farklidir. (Ankaravi, Minhacu'l-Fukara, 34-36) Bu konuda ölü arslandan sag tilki daha iyidir, denir. (Bkz, Mevlânâ, Mesnevî, I/293, 296, II/14, 257, 263, III/146, IV/173)
Tâlib ve müridlerin seyhe ihtiyaç duymalari konusunda bir takim gerekçeler daha bahis konusu edilir. Bu gerekçeler; akîdelerin saglikli, ibâdetlerin ihlasli olmasi bakimindan önemli oldugu kadar; nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi, ruh tezhibi, ahlâk güzelligi, edep erkân ögrenme, egitim ve ögretim açisindan da önem tasir.
Hz. Musa'nin Tur'da ilahî hitaba nail olmadan evvel Hz. Suayb'a hizmet etmesi (Bk. Kehf, 18/17) Hz. Peygamber (sav)'e hitaben, “Hiç süphe yok ki Sen dogru bir yol gösteriyorsun.” (Sura, 42/52) buyrulmasi, yani sen; hâdisin, mürsidsin, rehbersin denmesi, seyhin, cemaati içindeki konumunun Peygamber'in ümmeti içindeki durumu gibi olmasi vb. ifadeler ve isaretler, seyhin gerekliliginin delilleri, en azindan isaretleri olarak görülmüstür.
Bir insan, her hangi bir yere yolculuk yapacagi zaman, özellikle bu yer hiç bilmedigi uzak bir ülke, yol da tehlikeli ve elverissiz bir yol ise bir delil / rehber / kilavuz / mihmandar tutmadan bu yola giremez. Bunun için haci adaylari, Hicaz'a giderken yol gösteren kilavuzlara, Mekke'ye vardiklarinda da mutasavviflar/hac rehberlerine ihtiyaç duyarlardi. Maddî âlemde yolculuk yapilirken kilavuza ihtiyaç duyulmasi tabii oldugu gibi bundan daha fazla; bilinmezlikler, zorluklar ve tehlikelerle dolu olan mânevî âlemde sefer yapmak (seyr ü sülûk) için bir rehbere ihtiyaç olacagi asikardir.
Maddî âlemdeki yolda, olumsuz iklim sartlari, arazinin elverissiz olusu, yirtici hayvanlardan baska yol kesenler, vurguncular, soyguncular, eskiyalar ve haydutlar da bulunur. Bunun için bedreke/bezreke (Hufare-hifare) denilen yol korumacilarina, bekçilerine ve kilavuzlara ihtiyaç duyulur. Yolcu ancak bunlar sayesinde varmak istedigi yere sagsalim ulasabilir. Ayni sekilde Hakk'a giden mânevî yolun da; nefis, seytan, kötü arkadas gibi yol kesenleri ve vurgunculari vardir. Rehberlerin ve mürsidin görevi sâliki bundan korumaktir.
Mânevî yolda yürürken karsilasilacak; ateizm, materyalizm, pozitivizm, komünizm, zindiklik, ilhad, nihilizim, ibâhilik gibi sapik ideolojiler ve mezhepler, maddi yoldaki engellere, kaygan yerlere ve barikatlara benzetilir. Mürsid, yoldaki bu noktalari da, bunlarin nasil asilacagini da bilir. Dünyada bedenle yapilan yolculukta oldugu gibi mânâ âleminde ruhla yapilan seferlerde de; duraksama, gevseme, usanma, bikma ve tembellik gibi, mesafe almaya ve yükselmeye engel olan haller görülebilir. Bunlar bir ibtila ve imtihan mahiyetinde ortaya çikabilir. Tasarruf sahibi veli-seyh, bunu derhal hisseder, çâresine bakar, müridin hevesini ve iradesini canlandirir, bu yolda sevkle yürümesini saglar.
Bedenle yapilan yolculuklarda birtakim hastaliklarla ve sakatlik geçirme halleriyle karsilasildigi gibi rûhi seyr ve seferde de bazi mânevî hastalik ve sakatlik halleriyle karsilasilabilir. Tabîbu'l–Kulûb denilen gönül doktoru, bu tür hastaliklari uygun ilaçlarla tedâvi ederek, yaralari sararak, kirik çikiklari bir sinikçi gibi baglayarak hastalarini ruh sagligina kavusturur, onlarin sifa bulmalarini saglar. Bu yolun her bir duraginda ve konak yerinde, nice sâdik ve siddîkin yolu kesilmis ve bunlar yoldan azmislardir.
Bir yolcu, vücudunun saglikli ve ayaginin gücü ölçüsünde yol alir. Bu seferde, iki menzil arasindaki mesafe o kadar uzundur ki, salik yillarca yürüse bir menzilden bir sonraki menzile ulasamaz. Bu yola yeni giren, kaplumbaga hizi ile yol alir. Oysa bu yolda bazen iki menzilin arasini uçarak geçmek gerekir. Iste seyh, bu gibi durumlarda yavrusunu alip uçuran kus gibidir, müridin az zamanda uzun mesafe almasini saglar. Seyhlerin telkin ettikleri zikir de, bu yolda mesafe almayi hizlandirir.
Bir kimse bir hükümdarin huzuruna çikacak kadar; söhret, liyakat ve ehliyet sahibi olmasa, hükümdarin dostu olan bir zâtin yakinligini kazansa, o vasita ile hükümdarin huzuruna çikabilir. Hükümdarin dostuna dost olmak, hükümdarin kendisine dost olmanin yolunu açabilir. Pek çok kimse, büyük ve önemli kisilerle onlarin yakini olanlarin araciligi ile tanisir ve onlara ulasir. Evliya, Hakk'in dostudur, evliyaya dost olmak Hakk'in dostu olmaya giden yoldur. Yüce Allah: “Ey müminler, Allah'a karsi saygili olun ve dogrularla beraber bulunun.” (Tevbe, 9/119) buyuruyor. Dogrularla olmak, Hak'la olmaktir. (Necmüddin Daye, Mirsadu'l-Ibad, Tahran, 1366, s. 227-34)
Özellikle Farabî ve Ibn Sina gibi Isrâkî egilimli filozoflar ve onlardan etkilenen Fahreddin Razî ve Aduddin Ici gibi kelamcilar, peygamberlik kurumunu ve vahyi açiklamak için insanlarin nefîslerini, temizlik ve kirlilik derecelerine göre siniflandirirlar. Bunlarin temizi olan Rasuller ve Nebiler, dogrudan veya melek araciligi ile Allah'tan vahiy, ilham ve feyz alir ve bunu insanlara yansitirlar. Peygamberlerin vârisleri olan velîler ve siddiklar da, Kur'an ve hadisten, buna ek olarak Hak'tan ilham ve feyz alirlar. Nefisleri çok veya az kirli olan, Hak'tan gelen feyzi dogrudan degil, ancak peygamberlerin varisleri vasitasiyla alirlar. (Bkz. Fahreddin Râzî, el-Metalibu'l-Âliye, Beyrut 1987, VII/105, 108, 129, 136, IX/127, 137, el-Mebahisu'l-Mesrikiyye, Beyrut, 1990, II/436, Ibn Sina, el-Isarât, Kahire, 1958, III/895, 899)
Siradan bir kimse Allah (cc)'a dogrudan ulasamaz.•

 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol